Jack London… John. Griffith. London… Martin Eden mi desem? Yoksa Beyaz Diş, Deniz Kurdu ya da … Demir Ökçe mi? Adem’den Önce de – o da çok iyidir. Ya bir alkolizm klasiği olan (gerçekten mi?) John Barleycorn mu? Vahşetin Çağrısı’nı nasıl unuturum?.. Ya da daha zoru: Avis ve Ernest ,Everhard ikilisi, mi? Belki tam da bir Nietzche’ci üst insan olan Wolf Larsen mı (dogmalara sövüyor)? Vücudundan enerji fışkıran, yaşamanın en kuvvetli azmi ile dolu olan Beyaz Diş… hangisi daha yüce? daha çok yaşamak istiyor? Bay Eden de asla es geçilemez asla, çok çalıştı, çok azmetti, kendi kendini geliştirdi, kendi kendine göklere çıktı. Bir Klondike efsanesi olan Buck da -hafife almayın onu!- aristokratlıktan, acı ile boğuştuğu derinliklere indi ve yapay seçilimin onu çetrefilli bir şekilde getirdiği noktadan geri dönerek atalarına, kural dinlemez kurtların arasına geri döndü, ilkelleşti, aynı zamanda gelişti -nasıl oluyor! Tam bu arada Humprey van Weyden’i unutuyordum! Onun içinden geçtiği düşüş -yükseliş mi aslında?-, inanılmaz yaşam değişimi, tepetaklak olan düzeni… Zor şartlar… Ama sonra Hump’luktan, “Bay”lığa yükseldi; dedi Nietzche, gerçeği ve sadece acı gerçeği söyleyerek, dogmalara bağlısın, saçma şeylere inanıyorsun! Demedi tabi ki de Van Weyden, tamam dogmalarımı terk ediyorum, kırıp atıyorum onları, doğru söylüyorsun, şimdi bir üst insan oluyorum; zor bir süreçle anladı ama sonra Van Weyden Nietzche’nin bu konuda ne kadar haklı olduğunu, Nietzche’nin hayaleti gelmişti ki, anlamaması imkansızdı… En iyi eserlerinden bazılarıdır bunlar Jack London’un, büyük bir betimleyiciyle üslubuyla.

Jack London’un natüralist ve pozitivist kalemi adeta muazzamdır – Beyaz Diş’in kaslarının büyük bir titizlik ve etkileyici şekilde betimlenmesi, biyolojisinin adeta geniş bir yüz-iki yüz sayfa içerisine yayılması, (binyılların ona çetrefilli ve acımasız olaylar sonucu evrim yoluyla kalıttığı) içgüdüsel – ve vahşi- duyguları, kanının, iskeletinin, kaslarının, canlılığının, yaşama içgüdüsünün, mücadelesinin keskin ama bir o kadar da yumuşak bir şekilde sunulması, betimlenmesi… kaslarının hareketlerinin büyük bir detayla ve içine bilimin çok ince bir şekilde katılmış olduğu edebiyat ile çok iyi bir şekilde anlatılması, kasların kasılımı ve gerilimi, Beyaz Diş’in atlaması, yıldırım gibi atılması, avı ile resmen dalga geçercesine onun etrafında dolanarak onu bir anda dalayıvermesi, bir anda… kalıtıma dair büyük -ve aslında doğru- yorumlar… Atalarından kalıtılmıştır ona özellikleri, o bir kurttur, kurt genlerini taşımaktadır, bunu kimse inkar edemez, mağaradan çıktığı o bir anlık anda bile – o kurtluğunu sergilemektedir. Jack London öyle anlatır ki, Beyaz Diş hemen mağaradan çıkamaz, korkar çünkü, atalarından gelir bu korku, vahşi dünyaya atılmanın getirdiği tehlikeden ileri gelen binlerce yıl içerisinde kalıtımın ve evrimin temel prensipleriyle günümüz dünyasında doğan her kurdun genlerine ve davranışlarına eksiksiz bir şekilde kalıtılan bir korkudur bu. Evrenseldir bu…

Tanrıları da çok iyi anlatmıştır Jack London, gene o bilimsellik ve pozitivistlikle. Beyaz Diş’te tanrılar insanlardır – Beyaz Diş’in efendileri… çünkü çıkamaz Beyaz Diş onlara karşı, yazar London, ne kadar vahşi davranışların, acımasız hareketlerin, çevikliğin ve kuvvetin kendisine katılılmış durumda olsa da; neden peki – çünkü gene atalarından gelmiştir bir büyük tavsiye daha, bu da bir korkunun ve kötü tecrübelerin eseridir tabi ki, ve bu da bir kurdun -ve Beyaz Diş’in tabi ki de- kendisine karşı olan gücü bükemediği, eğiremediği, seyreltemediği taktirde o güçten kaçmasını buyurur veya eğer o güç güzelse, sıcaklık sağlarsa, yaşama şansını arttırırsa -bir hile bile olsa- o güce boyun eğmesini ve sığınmasını emreder, nasıl ki bir kurdun bir kar fırtınasını asla yenemeyecek, hem güzel hem acımasız doğanın onun üstüne saldığı kudretli olaylarla başa çıkmayacak olması gibi. İşte bu durumda, sıcaklığı sağlayan, yaşama şansını arttıran, bir güvenli alan sunan Beyaz Diş için bu doğaüstü güç, kuvvet, saygı gösterilmesi gereken bir otorite, onun için adeta bir Tanrıdır, resmen bizim tanrılarımızın matematiksel olarak orantılı şekilde bir kurdun anlayışına, dünya görüşüne, perspektifine indirgenmesidir; onun tanrısı, karmaşık kurallar ile bağdaşık değildir, ahlahi kurallar ve dayanaklar yok denecek kadar azdır o tanrı ile ilişkili, ne günah, ne de ahlaklı davranışlar vardır, ne cennet, ne cehennem anlayışı, ne kitaplar, ne totemler, putlar… Oradaki tek günah, tanrıya -insana- herhangi bir şekilde karşı çıkmak, tek ahlaklı davranış uysallık, tek cennet ateşin yanında, tek cehennem sopaların altında olmaktır.

Jack London bunların hepsini çok iyi bir yazımla anlatır, çok iyi bir üslupla, neredeyse mükemmel bir incelikle. Kendi yazar, John Barleycorn’da – London bir zamanlar pozitif bilimlerin peşinden kendi deyimiyle aşırı bir şekilde düşmüştür, kalıtımla inanılmaz derecede ilgilenmiş, fizik ve matematikle uğraşmış, tüm bunların hepsinde bir yazar için fazlasıyla büyük ve şaşırtıcı bir bilgi birikimi elde etmiş, Herbert Spencer, Maeterlick, Darwin gibi üst seviye materyalist ve pozitivist yazarların kitaplarını yalayıp yutmuş, bunları çok iyi anlamıştır -o kadar iyi anlamıştır ki… London’un birkaç kitabını okuyan biri bu kadar geniş bir aralıkta bu kadar felsefi ve bilimsel fikirlerin sunulmasına şaşırır kalır, en azından bunu çok ilginç bulur, Demir Ökçe’de büyük sosyalist ve kapitalist teoriler, artı-değer teoremi (ney?), Karl Marx‘ın resmen isimsizce irdelenmesi, metafiziğin ve doğa bilimlerinin sonsuz kavgasının büyük bir edebi yetkinlikle aktarılması, tröstler, makineler, iş gücü, üretim — tarihin ilk distopyası, daha ne diyeyim?.. “Adem’den Önce”‘de de evrimin ancak bu konuda büyük bir anlayışa sahip olan biri tarafından böyle sunulabileceği… o dönem evrimi böyle bir şekilde edebiyatla karıştırmak kimse tarafından denenmemiş bir şeydir, 1900’lerden bahsediyorum!, ve bugün ise ben buna benzer başka bir kitap bilmiyorum. Deniz Kurdu‘nda ise Nietzche’nin dogmalara olan sert ve buz gibi soğuk karşıtlığı çok iyi bir şekilde fakat çok da çaktırılmadan anlatılmış, bir üst insanımsı insanın varlığı ortaya konulup engin felsefi deryalara dalınmış, bizi hayat üzerine sorgulatan ve içerisinde her türlü şeyin felsefesini barındıran şeyler…

E sonra… matematik, fizik ve kimya öğrenmiş, biyolojik bilgileri bunlar ile birleştirmiş, bu sıralarda da hep yazarlığa merak duymuştur… sonunda ise kendi deyimiyle kaba ve yontulmamış bir denizciden bir entelektüel hale gelmiş, ancak çok az bir insanın çıkabildiği yüksekliklere çıkarak genelde yalnız bir şekilde yıldızlara tanık olmuştur, yıldızların seviyesine çıkmıştır! – çok büyük bir ihtimalle de kendisindeki bu olağanüstü değişim, yıllarca verdiği mücadele, çalışma, saatlerce masa başında oturma… o kadar ter, az uyku, saatlerce kafa yorma – işte bunlar Jack London’un eserlerini oluşturmuştur, onlar yazmıştır London’un yapıtlarını… Onun her kitabında çok özel bir mücadele vardır, her zaman durgunluğa, atalete, olunan yerde saymaya, zorluklara, inanılmaz derecede büyük zorluklara hem de, en yorucu ve yıldırıcı güçlüklere karşı olan amansız, sonsuz ve ebedi bir mücadele, ne kadar zor olsa da, ne kadar yıldırsa da… karakterlerimiz bazen ne kadar bıksa da…, gerek dogmalara karşı yalnız bir savaşçı, gerek Niçe’nin hayaletinin kuvvetli ve sıkı pençelerinin elindeki bir insan… doğanın acımasızlığına ve yitip gitmeye karşı amansızca ve acımasızca çarpışan Buck ve Beyaz Diş… ya da ,hiç fark etmez, olguların bekçisi ve olguları kuşanan bir yoldaş… Ya da Jack London’un kendisi… Mücadelenin, uzun yolculukların, zor serüvenlerin yazarıdır Jack London, kendi hayatı da bizzat hep bunlar ile geçmiştir. 14’lü, 15’li, 16’lı yaşlarında rıhtımlarda bazen boğuşmuş, bazen hırpalamış, hırpalanmış, bazen görmemesi gereken kanlı şeyler görmüş, çok acımasız bir şekilde içkinin boğucu ve darlayan eline düşmüş, hemen sonraki ilk yıllarda da, 17 yaşına bastığı ilk günlerde azgın Pasifik denizlerine fok avlamak için, gemilerde onu bunu yapmak amacıyla kötü şartlarda bazen kaçak da olmak üzere yollara düşmüştür; Japon sahillerinde iş yapmış, o gün ortalama bir Amerikalının gittiğinin katlarca ve katlarca fazlası kadar uzaklara gitmiş; daha bugünkü yasalara ve kabullere göre aslında daha bir reşit bile sayılmadan o, 17 yaşlarında her türlü tehlikenin kol gezdiği, yaşam güvencesinin hiç olmadığı, yitip gidenin kazaya gitti denilerek her türlü alternatif bir açıklamanın, veya ihmalin, veya cinayetin üstünün örtüldüğü, iyili kötülü türlü türlü insanın arasına düşmüştür… bir sürü Asyalı görmüş, bazı adalarda da konaklamıştır. Bir sürü alizelerin altında üşümüş, bir sürü kez güvertede kazalara tanık olmuş, birçok gece muhtemelen gökyüzünü karışık hislerle seyretmiştir, sakince, belki de kafasında bazı entelektüel ve o an yaşadığı dünyaya ait olmayan şeyler düşünürken…

…çünkü biliyoruz ki ne kadar Jack London gençken ne kadar kötü yerlerde, durumlarda, çirkef insanların ve tehlikeli çıkar anlayışlarının arasında yaşasa da onun en büyük zevklerinden biri odasına veya sakin bir yere kapanıp, bitmeyen şekerini saatlerce ağzında tutup emerek kitap okumaktır… İşin aslı kitapları sever o. Aslında Jack London zekidir, çok büyük bir potansiyele sahiptir, fakat hayat ona genç yıllarında hiç mi hiç iyi davranmamış, kendisine her zaman bir şeyler fırlatmış, önüne daima sert ve keskin engeller çıkarmıştır, Jack London’un kendisinin sonradan bizzat zıkkım diye söz edeceği içkiyle tanışıklığı da aslında yıllara yayılan şanssızlık, çaresizlik ve kaçınılmaz ve büyük oranda talihsiz durumların getirdiği kaçınılmaz tercihlerin sonucunda olmuştur… İçki konusu… Jack London’un belki de en büyük talihsizliği… İçkiyi hiç sevmez aslında, tadını neredeyse her zaman çok çirkin bulur fakat rıhtımdaki herkes içki içmektedir, herkes, her zaman, her konuşulda! Her rıhtımda, San Francisco’dakilerde, Borneo adalarındakilerde, hepsinde, istisnasız, içki olağanüstü bir yer tutmaktadır; içki olmazsa anlaşmalar yapılamaz, dostluklar kurulamaz, fok avlayacak bir ekip oluşturulamaz, para kazanılamaz ve sonuç olarak yaşanılamazdı (acayip ironik), bir gruba içki ısmarlamazsan sen bir şerefsizsindir, adın çıkar, ödleğin teki, cimri diye adlandırılırsın; ısmarlanan içkiye karşılık sonradan sen de bir şeyler ısmarlamazsan karşındaki sana garip garip bakar… Çevreye uyum… alkol bu amaç haline gelmiş bulunmaktadır, kuramazsın içmezsen dostluk o dönemde, rıhtımlarda, iskelelerde… Dostun olmazsa da hep düşmanların olur, elenirsin… Der Jack London “Sadece çevreye uymak için içiyor, yalnız başıma içmiyordum”1 Hatta bir keresinde London, ilk büyük işbirliklerinden biri içki yoluyla yapmış, karşısındaki ile büyük bir bağ kurmuştur bu yolla, denizcilik hakkında konuşmuşlar, iş hakkında tartışmışlardır ve sonunda Nelson ile -karşısındaki- partner olmuşlardır. Eh işte, işin kısası bu gibi basit rıhtım olguları sonucunda ise London, rıhtımlardaki kodamanlarla ne zaman vakit bulsa içer fakat bu içme alemleri öyle tek tük şeyler içmekten oluşmaz, aksine biri şunu ısmarlar, birileri şunu, şu da onu… Belki litrelerce içki içilir ve herkes kafayı çok kötü bir şekilde bulur, sonra ise John Barleycorn2(argoda içki demektir) hepsine manyakça ve iğrenççe oyunlar oynar, Jack London’a göre ise hepsi de bunun sonucunda domuz gibi sarhoş olur ve hatta ve hatta London yazar ki, “domuz gibi sarhoş olarak yaşadım aylar“… o “aylar”a vurgu yapmamız gerek adeta…

Jack London ise aslında alkolden tat bakımından büyük derecede nefret eder, hiçbir şekilde alkol ona tat bakımından çekici gelmez… sadece bünyesi inanılmaz bir şekilde alışmıştır ve bu konudaki kapasitesi mükemmel bir şekilde demir gibi olmuştur fakat bu arkadaşlık serüvenleri, sofraları hep devam eder ve hep devam eder, içki bu şekilde yıllar boyunca Jack London’a musallat olmuştur bu içki şeyi, Jack London’u resmen pençelerinin içini almış, onun her damarını sıkmaktadır, kısa dönemde hoş gelmekte ama belli bir sonra onu boğmaktadır, inandırmaya çalışmaktadır onu çözümün içki olduğuna dair, her şeyin anlamının da… sıkmaktadır London’un can damarını… Sadece edebiyat yapmıyorum burada, bu bir gerçektir, London resmen bir keresinde gene John Barleycorn ile büyük bir şekilde vakit geçirdikten sonra bir anlığına ölümün pençesine düşmüştür, alkol ona büyük şeyler vadetmiş dediğine göre London’un, tüm o utançtan kaçış, tüm bu zorluklardan, tüm bu dertlerden… ölüme, ebedi huzura doğru… yalan söyleyerek, palavra sıkarak, neredeyse London’u inandırarak… Neredeyse, belki birkaç dakika daha manipülasyon ve yalan söyleme ve tamam, o zaman bugün ne Beyaz Diş’i, ne Deniz Kurdu’nu, Ne Martin Eden’i, ne Demir Ökçe’yi, ne de Vahşetin Çağrısını bilebilirdik, hepsi hiç var olmamış gibi olurdu ve biz de acı bir şekilde neleri kaybettiğimizi hiçbir zaman bilemezdik -heyhat! kim bilir hayatın acımasızlığı yüzünden şu an hangi cevherleri bilmiyoruz…- fakat Jack London, o yaşama isteğiyle, kendisinin yıllarca verdiği edebi ve sonsuz kudretli mücadeleyle, sonraki yıllarda bir kömür işinde kendi değişiyle bir hizmet hayvanı olmasına; masaların başında saatlerce, çok az uykuyla kalıtımı, Marx‘ı, Maeterlick’i, evrimcileri, Darwin’i, Herbert Spencer’i, fiziği, matematiği, Thomas Malthus’u ve biyolojiyi hiç durmadan, pozitif bilimlerin ve pozitivizmin sadık kölesi olarak okumasına, öğrenmesine; sonradan ise sabahtan akşama kadar çamaşırhanede çalışıp da tüm bu entelektüel zırva‘larla(!) uğraşmak için zerre vakit ve enerji bulamayacak derecede yorulmaya kadar varacak olan tüm bu dönüp dolaşan, yıllar süren ve Jack London’un her zaman baş döndürücü bir şekilde içinde olduğu mücadelenin özeti gibi bir şekilde, bir yaşama isteğiyle ile o an nasılsa yaşama kudretini tekrardan eline alıp alkolün o yalanlarını savuşturmuştur, kendini savunmuştur. Neredeyse alkolün etkisiyle aslında çok absürt şekilde ölecek olan London kendini kurtarabilmiştir, ramak kala olsa bile…

Fakat bu anlık kurtuluş, çok küçük bir zaman dilimdeki bu çok kıymetli özgürlük ne kadar etkili olsa bile London’u bataklıktan çekip alamamıştır, ne de olsa bataklığın neredeyse dibine kadar batmışken kendinizi doğal olarak bir anda çıkaramazsınız, ancak bu yavaş yavaş olur… London için de bu böyleydi, daha pek çok sıkıntıyla boğuştu ve bir çok kötülük gördü… Çok fazla zorluk yaşadı ve her zaman çetin durumlar altında ezildi fakat pek çoğundan en azından hayatı bir yara almadan ve ölmeden -fakat pek çok yara aldı- kurtuldu. Birkaç kez Pasifiğe çıktığı seferler sonucunda kazandığı parayı bir günde, bir çırpıda başka denizcilerin de yaptığı gibi içkiye harcadı ve yedi, başka bir zaman en yakın partneri vurularak öldürüldü, aynı şekilde London da çok kolay bir şekilde aslında yanlış yerlere adım atsaydı onun da sonu aynı olabilirdi… bir keresinde ise gemisi yakılmıştı! Başka bir gün de Borneo adalarında, fok avlama gemisinin birkaç gün erzak ve diğer gerekli şeyler için demirleyeceği vakitlerde birkaç arkadaşıyla beraber büyük bir doğa yürüyüşüne çıkmayı amaçlarlar, hepsi kafalarında bunun için tamtakır hazır ve istekliyken -sözde paralarını içkilere harcamayacaklarmış- tam işe koyulacakken birkaç hafif içki içelim derler ve sonrasında ise bunun devamı aniden gelir ve bir yandan çok acı, bir yandan çok acınacak, bir yandan ise gülünç ve ironik bir şekilde gene içme işine kendilerini kaptırırlar ve tüm zamanları gider, o doğa yürüyüşü hiçbir zaman yapılamaz. Fakat bunlar gene nispeten iyidir, London çok daha kötü şeyleri çok daha fazla kez görmüştür… Belli bir dönem çok ağır koşullar altında bir kömür işletmesinde çalışır. Şöyle yazar London: “Çalışma ha! Kaç sefer kömürlerin üstüne, kimsenin beni göremeyeceği bir yere oturup öfkemden, hırsımdan, yorgunluktan ve umutsuzluktan ağladım (…) kitaplıktan aldığım kitapları okuyamıyordum artık. Artık kızlarla da randevulaşamıyordum. Tam bir hizmet hayvanı olmuş çıkmıştım. Çalışıyor, yiyor ve uyuyordum (…) bir karabasan içinde yaşıyordum”3 (evet, London’un kızlarla randevulaştığı bir dönem de vardır) Çalışmak ha!. Jack London bu işte de aldatılmıştır ve acımasız patronunun kendisine yalan söylemesiyle beraber aslında iki kişinin daha iyi koşula sahip çalışma saatleriyle yaptığı işi London bu kadar ağır olan işi hem tek başına, hem de daha daha uzun bir çalışma saatinde yapmıştır. Bunu sonra ona orada çalışan başka biri söyler, daha önce söylememiştir… London’un işi hemen birkaç gün sonra bırakacağı düşünerek buna hiç zahmet etmemiş, kendi keyfine bakmıştır. İşte ama Jack London… o azmi, o kuvveti. Günlerce çok ağır bir işte çok uzun saatler, terin ve acının içinde, tüm ideallerden yoksun, boğucu bir ortamda… yılmamış… demirden yapılma bir yürek… tıpkı yıllar önce Konserve fabrikasında çalıştığı, sonraki yılda kaçak bir şekilde sardalye yakaladığı, ondan sonraki yılda da Pasifiğe fok avlamak için çıktığı, ondan sonraki yıllarda da kafasını kitaplara gömeceği gibi… Jack London sonraki yıllarda da, yazar olduktan sonra da hep çok çalışmaya ve mücadeleye vurgu yapmıştır – kitaplarında da bu iz görülür…

Jack London’un üslubu aslında materyalist ve pozitivist temellerdedir -zira kendisinin de çok büyük bilimsel bir bilgi birikimi vardır, materyalist olduğu söylenir- ortamı çok iyi bir şekilde betimler, her zaman istisnasız şekilde keskin zeka kıvılcımlarına sahip olur yazıları, çok güzel diyaloglar oluşturulur, sayfaların arasına değerli felsefi fikirler yerleştirilir, aslında metinlerin altında bilim yatar, kitapları bazen ne kadar ciddi konular içerirse içersin o kitaplar güzelliğin gizini unutmaz, hiçbiri kuru veya katı değildir… İşte bu şekilde o materyalist temellerin hemen üstünde görkemli şekillerde yükselen idealist yapılar vardır, bir kurdun yapısı ve hareketleri çok büyük bir sanat ve güçlü bir heyecan ile anlatılmıştır, Demir Ökçe kitabında ne kadar çok felsefi metinler varsa da bunların içinde çok güzel detaylar, üslupsal cilveler ve aslında hiç de yapay olmayan, tam tersi önemli bir ölçüde doğal olan olay örgüleri… Bir yandan çatışmaları okurken bir yandan da karakterlerin o azmi… London’un o betimleyici gücü – Deniz Kurdunda Wolf Larsen’in çok etkileyici bir şekilde sert, acımasız, Nietzche’çi üstinsanımca betimlenmesi… çok büyük bir iş. Bizim adeta kafamıza çok değişik fikirleri sokması, düşündürtmesi… çok iyi bir karakter tasarımı! Humprey van Weyden ise tam tersi, tam bir zengin züppe, bir beyzade… Kitaptaki onca felsefi fikir arasında bu ikilinin çekişmesi, tam bir ebedi şölen! Sonra ise hikayeye biraz da romantizmin katılması… fakat her zaman büyük felsefi fikirlerin, zıtlıkların ve karakterlerin yaşadığı can alıcı şeylerin anlatılması – bazen onlara acımamız, seni anlıyorum dememiz… Heyecanlı olaylar, büyük kavgalar… bir de Larsen’in Nietzche’den, devinimden, sosyal darvinizmden bahsetmesi… Karakterlerimizin gelişimi, ilerleyişleri, kazandıkları şeyler! Martin Eden’de -benim belki de en sevdiğim- ise bir karakterin yaşadığı iyili kötülü çok dramatik serüvenler… Bazen okuyucunun büyük oranda etkilenmesi ve azminin artması, ilham alması… Bazen Martin’e üzülmesi… bazen ise Martin’in içinde geçen bazı felsefi fikirlere tanık olmamız, değişik fikirler! Sosyeteler ve aristokratlar hakkında yapılan yorumlar, hayal kırıklıkları, yok olan hayaller… Yazarlık, işçilik, çalışma, sevinç, üzüntü, hayal kırıklığı, umut, zafer, yenilgi, düşüş… Bay Eden… bu konuda daha çok yazmak istemiyorum, zor tutuyorum kendimi, siz okumadıysanız öğrenmeyin diye… -Martin Eden’i kesinlikle okumalısınız… Beyaz Diş, yorum yapmaya bile gerek yok… Kurtların öyle betimlenişi, çevrenin, içgüdülerin, hareketlerin, davranışların, yaşamın, yaşamaya çalışmanın, etin, kemiğin, kasın, itaatin, özgürlüğün, komfor ile özgürlüğün savaşının, kaçıp kurtulup, her şeyi terk edip ormanlara gitmenin, yalnız, tehlikede fakat son derece özgür olmak ile – saklanıp ve yılışıp bir çok insanın yanında bulunarak, tehlikeden uzak, konforun yanında olup fakat özgürlüğümüzü kaybetmenin büyük savaşı… aynı zamanda -kitapları sadece fikirleri açısından materyalleştirmeyelim- Beyaz Diş’in büyük serüveni, çok güzel kitap be! İnsanı umutlandırıyor, duygulandırıyor, yaşatıyor. Kitapları bu yüzden okuyorum be! dedirtiyor insana, büyük bir yazım, bir ebedi şölen. Ortamların betimlenişi, Beyaz Diş’in duygularının ince bir titizlikle açıklanması… muazzam. Adem’den Önce… evrimin ve kalıtımın çağına göre çok iyi bir doğruluk oranıyla ebedi bir eser haline getirilip çok ilginç bir hikaye örgüsünün oluşturulması… O rüyalar, gene o aksiyonlu yazımlar, on binlerce yıl önce yaşayan atalarımızın yaşadığı serüvenler, gene aynı duygular. Resmen bir antik şehrin kent meydanına girip vay be binlerce yıl önce bir Romalı benim şu an durduğum gibi etrafa bakındı, ne dertleri vardı acaba, ne sıkıntıları… o tuhaf his, – işte Adem’den Önce de şahsen bende o hissi yarattı – nedir gerçekten o his acaba? ortak insanlığımız falan mı? Veya geçen bir yazı okumuştum, 3 milyon 6 yüz bin yıl önceki o gün atalarımızın ayak izlerini bırakıp bizim şu an onları kazmamız araştırmamız… işte orada anlaşılıyor ki, muhtemelen bir dişi, sola dönmüş, arkasına bakmış, muhtemelen, tehlike hissettiren, hoş olmayan, tehlikelimsi bir şey… işte o an, o canlı da, aslında bizden çok da aman aman farklı olmayan canlı, bir duygu hissetmişti: kuşku ve şüphe, tıpkı bizim gibi! bizim bazen geleceğe bakmaya çalıştığımızda, önümüzü görmeye çabaladığımızda, hayallerimizi düşündüğümüzde ortaya çıkan… aynı duygu, daha birçok yerde de; işte, Adem’den Önce’yi de okurken insan bunun gibi duyguları yaşıyor, Jack London bunu çok iyi başarıyor. Kızıl Veba’yı gerçekten Korona günlerinde okumuştum ve çok tuhaftı, kitapta yazılanlar bana bir o kadar uzak gelirken bir o kadar da yakın geldiler, sonra insanlığın çöküşü vardı kitapta, bilgilerin, medeniyetin unutulması… bizim dünyamızı düşündürtüyor, çok tuhaf… London gene baya iyi iş çıkarmış. Vahşetin Çağrısı da aynen Beyaz Diş gibi serüvenler, maceralar – başında neler geçer… biz de bunları okurken eğleniriz. İlkinde Buck toplumdan ayrılarak keskin bir bireyciliğe sürüklenir, ikincisinde ise Beyaz Diş, bireycilikten kolektivizme, yani tam tersi bir şekilde, yani toplumsal normlara doğru ilerler. Sonra irili ufaklı bir sürü hikayeler, Ateş Yakmak gibi – mesela oradaki insanın o yaşam isteği, bir anda bir sürü kibritin yanması gibi yanan hayatta kalma arzusu, onu ölümün kıyısından döndüren güç, çok iyi be…

London aynı yolla kendisini tamamen kitaplara veren, hep teorik şeylerle uğraşıp pratiği ve gerçekte bir değişimi yaratmak için yapılması gereken eylemleri onlar yapsın diye başkalarına devreden, sabah akşam ideallerden bahseden, eylemi düşünmeyen sosyalistlerden de değildir. Onun yerine o, sosyalizmin saf bir şekilde kitaplardan, manifestolardan, fikirlerden, teorilerden ve ağır ağır kitapların içerdiği düşüncelerden ibaret olmadığını bilir, tabi ki de bunların etkisi vardır fakat gerçek şey Eylem‘de biter, sadece ideallerden de bahsedilebilir fakat bu sefer sosyalist bir “materyalist” adeta sosyalist bir “metafizikçi” olur, yani bulutlara çıkar ve gerçekliği unutur, sonunda da hiçbir ilerleme kat edilemez. Tabi ki eylemin ve mücadelenin öneminden her zaman bahseden London için bu bir sürpriz değildir, bu yolla London ABD’de çağının en büyük sosyalistlerinden biri olmuştur ve kendi de adeta “Beni asıl ölümden kurtaran şey, geriye kalan biricik kuruntum, yani HALK’idi. Kendileri uğruna mücadele ettiğim ve sabahlara kadar çalıştığım şeyler bana ihanet etmişti. Başarı – bunu hor görüyordum. Ün – fasafiso. Sosyetenin kadın ve erkekleri, rıhtımlar üstündeki ayak takımıyla başkasaradaki ayak takımının üstündeki kadınlar ve erkekler – bunların kafaca bayağılıklarının sevimsizliği beni hayretler içinde bırakıyordu (…) Geriye kala kala bir HALK kaldı. Benim savaşım bitmişti ama HALK için uğruna savaşılacak bir şeyler vardı hala. (…) Ama HALK kurtardı beni. HALK beni bir kelepçe gibi yaşama bağladı. Sakınmayı falan bir kenara bırakıp eskisinden de daha büyük bir hevesle kendimi sosyalizm için savaşa adadım…”4 Belki bu düşünce bazılarımıza biraz fazla idealistik veya saf gelebilir çünkü ,nasıl desem, tarih çok defa göstermiştir ki halk dediğimiz yapılar, veya insanlar, entelektüelleri dinlemek yerine genelde basit, yanlış fakat inandırıcı şeylere inanıyorlar -bu ikilem Martin Eden’de çok güzel bir şekilde anlatılır-, fakat Jack London… o olağanüstü bir seviyededir, zamanının ilerisinde… insanlar gerçekten onu anlayabilir–miydi? Anlayabildiler mi? Belki sosyalizm açısından kendisinin bizzat isteyeceği şekilde değil fakat belki de çok da büyük olmasa da belli bir kısım gerçekten de onu kitapları yoluyla anlamıştır… Fakat ne olursa olsun, mücadelesi ne kadar zor olursa olsun -zorsa ne olacakmış? bir önceki paragraflarda nelerden bahsettik?- gene de Jack London inandığı şeyler üzerine mücadele vermektedir, atalete karşı. Önemli olan budur, mücadeledir… Olay sosyalist olup veya olmamak değildir, olay mücadeledir -keşke hep kolay olsa tabi, lanet olsun!- Jack London be…

Şu an daha neler yazabilirim diye düşünüyorum – orada mısınız, umarım terk etmemişsinizdir. Burada bitirsem güzel olacak, günlerdir yazıyorum. Eğer istenilirse London hakkında on binin istediğiniz katları kadar olan kelime sayısına sahip yazılar yazılabilir, hiç fark etmez. Onun hayatı oldukça renkli ve incelemeye değerdir, her zaman. Fakat ben bu yazımda katı bir şekilde London’un biyografisini yazmak istemedim, bu bana sıkıcı geldi; onun yerine onun can alıcı noktalarını, hayatının bazı önemli kesitlerini, edebi yazılarının muazzam güzelliklerini; eserlerinin bazı felsefi noktalarını, Jack London’u ve edebiyatının değerini ve güzelliğini çok daha iyi bir şekilde anlayabilmek adına yüzeysel bir şekilde; London’un sıkıntılarını, mücadelerini ve ayrıca kendimin çok sevdiği bilim adamı tarafını da yazmak istedim, bence bunlar bir deneme için biyografiden çok daha iyi. Yazarken de daha önceden bir plan yapmadığım gibi çok da bir kalıba uymadım, konular arasında bazı kopukluklar var ve bazı yerlerde konudan konuya atladığımdan dolayı bazı şeyleri yeterince anlatamadığım, bazılarına da yeterince vurgu yapamadım diye korkuyorum fakat genel olarak kendi düşünceme göre iyi bir deneme oldu. Eh biz de yaza yaza yapabiliriz belki, Martin Eden gibi, London gibi… belki. Okuyalım London’u – O hepimize bazı konularda fikirler ve ilham verebilir, bizi cesaretlendirebilir… bir çok konuda çok şey öğrenebiliriz ondan – Fakat lütfen bu açıdan da sadece London’u pragmatik ve sadece felsefi yönden de ele almayalım. Eserlerini de bakış açıları ve ideoloji temelleri ne olursa olsun okuması büyük bir zevktir, bunlar insana çok hoş vakitler geçirtebilir – bırakın da biraz hedonist olalım! London’u lütfen okuyun…

“Hatırlarım, bir gün Charmian’la dağlarda uzun bir atlı gezinti yapmıştık. O gün için uşakları evden yollamıştık, gece geç vakitte döndüğümüzde yemeğimizi ısıtarak büyük bir zevkle yedik. Ah, o gece mutfakta ikimiz yalnız başımıza yemek hazırlarken birlikte ve yaşıyor olmak ne güzeldi. Ben kendi adıma yaşamımın en zevkli anını yaşıyordum. Kitapmış, kesin gerçekmiş, öyle şeyler yoktu o gece. Bedenimden sağlık fışkırıyordu ve uzun atlı gezintiden sonra sağlıklı bir yorgunluk duyuyordum. Mükemmel bir gün geçirmiştik. Gece olağanüstüydü. Kendini sevinçle yaşadığı ana vererek benimle birlikte kır gezintisi yapan benim yoldaşım olan kadınla beraberdim. Hiç bir üzüntüm yoktu. Faturalar tamamıyla ödendiği gibi bir yandan da para oluk gibi akıyordu. Gelecek pırıl pırıl açılıyordu önümde. Ve oracıkta, mutfakta, ısınan yemek fokur fokur kaynıyor, kahkahalarımız yükseliyor, midem en tatlı bir iştah ile zil çalıyordu.”5

Bazı Referanslar

  1. John Barleycorn’un başlarında bir yerde, maalesef şu an bulamıyorum
  2. Amerikan argosunda içki olarak viski, genel olarak da içki anlamına gelir.
  3. John Barleycorn, 19. Bölüm
  4. John Barleycorn, 28. Bölüm
  5. John Barleycorn, 30. Bölüm

Top Photo License and Credit: CC-BY-2.0 & Ronnie Macdonald

Yorum Yazın