Madde var değil mi? Eh yemek yiyoruz, kahvemizi içiyoruz, film izliyoruz, karşıdan karşıya geçiyoruz, haberleri okuyoruz, kısacası akla gelebilecek her şeyi madde bağlamında gerçekleştiriyoruz. Belki zihnimiz hariç ama o da gerçek (?) dünyamızda yaptıklarımıza göre ne ki? Her organizma böyle, hatta bakteriler bile! Ama sahiden, maddenin var olduğundan nasıl emin olabiliriz? Nitekim en başta maddenin olduğuna dair bir kanıt var mı gerçekten? Doğruyu söyleyelim ki yok. Sonuç olarak kısacası, hepimiz maddeye körü körüne, düşünmeden ve hiçbir kanıtımız olmadan bağlıyız. Peki neden?

Maddenin tutarlı bir kanıtı mantıken olamaz çünkü maddeyi kanıtlamak için yapılan her bir ispat denemesi bir mantık hatası olan döngüsel mantığa evrilecektir. Çünkü yapılan deneyler ilk başta maddenin kendisiyle yapılacaktır! Açıkçası zihin ile böyle deliller bulunması da pek beklenemez çünkü tarih boyunca “madde dediğimiz şeyin” zihnin belirteçlerinden çok daha karmaşık olduğunu ve daha çok maddeyi inceleyen bilimin bir uğraş alanı olduğunu iyice benimsedik, nitekim de öyle. Sadece hayal ederek ve kompakt bir düşünce yapısı kullanarak gerçeğe ulaşılamaz, bunu kuantum fiziği ve genel görelilik teorisi olağanüstü şekilde göstermiştir. Zihnin ürebileceği metafizik, ne yazık ki tarih boyunca maddeyi anlamada bilime kıyasla gülünç bir başarısızlığa uğramıştır.

Belki fark etmişsinizdir, sanki maddenin gerçek olduğundan eminim de kendimi öyle ifade ediyorum. Bir cümle öncesinde, “Zihnin ürebileceği metafizik, ne yazık ki tarih boyunca maddeyi anlamada bilime kıyasla gülünç bir başarısızlığa uğramıştır.” dedim. Evet, “madde”yi anlamada… Maddeye gerçekten çok bağlıyız, öyle ki kendim bile maddenin var olup olmadığını bilmeden, kendim ve yazının konusu ile bir çelişkiye düşüyorum. Bu yüzden bu yazıda bunu incelemek istedim, gerçekten çok ilginç bir konu. Ama maddenin her defasında kesin olmadığını vurgulayacak bir sıfat fiil tamlaması da kurmak oldukça zor ve kafa karıştırıcı, bu yüzden yazı boyunca bazen böyle ufak çekişikilere düşebilirim. Ama bu en sonunda pratik bir sorun, bence anlama negatif bir etkide bulunmuyor.

Şimdi bir irdelemede bulunalım. Maddenin olduğuna dair bir delil yoktur. Peki bu denli etrafımızı kapsayan bir şeyin herhangi bir delili olmadığı halde neden ona inanalım? Mesela herhangi biri sizin hayatınızın aslında bir yalan olduğunu söylese ve bununla alakalı hiçbir kanıt ve akıl yürütmesi sunmasa buna nasıl cevap verirsiniz? Elbette ki bunu es geçersiniz (denenmiştir.). Böyle bir konuda böyle ispatsız şeylere inanmamayı haklı bir şekilde seçiyorsak aynı cesareti neden madde ve yaşam üzerinde gösteremiyoruz? Yaşamın gerçekten var olup olmadığıyla alakalı hiçbir dayanak noktamız yok, adeta her şeyimizin ve deneyimimizin temeli bize gene bu şeyleri sunan yaşamın ta kendisi. Doğal olarak da yaşamdan öğrendiğimiz şeylerle yaşamın kendisine kafa tutamayız, imkansızdır bu. Döngüsel bir mantık hatasıdır. Durum bu haldeyken ve adam akıllı delilimiz yokken o halde niye inanıyoruz yaşama?! Niye nihilizme dönmüyoruz? Niye Prryon ve Timon gibi septik olmuyoruz? Korkuyor muyuz? Ne bağlıyor bizi bu yaşama? Zincirlendik mi, yoksa sözde özgür irademizle mi demirlendik bu yaşam denizine? Tüm politik ve devletimsi ıvır zıvırları bir yana koysak bile yaşam dediğimiz özgürlükler dünyasında gerçekten ne kadar özgürüz?

Neticede bu sorunun hiç de ıvır zıvır olmadığını görmüş olduk. Burada felsefi bir durum var ve incelenmesi gerekiyor. O zaman bu durumu yavaş yavaş inceleyelim. Öncelikle, madde varsa da yoksa da şu bir gerçek ki, madde her yanımızdan bizi kuşatmış durumda ve bizi her an gözaltında tutuyor. Doğduğumuz andan itibaren maddenin içine doğuyoruz adeta. Madde ile büyüyoruz, yemek yiyoruz, ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Yürüyoruz, koşuyoyuruz, vesaire… Yani madde bizi tam anlamıyla içine çekiyor ve maddenin bir dalı olan insan biyolojisi dediğimiz şey de buna tamamen alışık hale geliyor. Hiç farkında olmadan maddenin içinde yaşıyoruz ve gelişiyoruz ve çoğu insan da böyle bir şeyi hiç düşünmüyor bile. Sorgulasak da bile madde yeniden bizi kuşatıyor… Açlık, susuzluk berbat bir şey ve bu yüzden ihtiyaçlarımızı gidermeye muhtacız. Komforlu bir hayat yaşamak amacında bulunan insan biyolojisi de doğal olarak bu ihtiyaçları her gün, her saat (su içmek gibi) giderince de, gitgide dünyaya daha da bağlanıyoruz, zincirleniyoruz.

Ayrıca biz insanlar mevcut sütotükoyu (status quo) çok seviyoruz. Anlamlı bir şekilde değişmek bize çok zor geliyor, rahatımızı seviyoruz. Bilimin bile dogma bir şekilde maddenin varlığını varsaymasına yol açan maddenin bu bağımlılık yapan yönüne bu yüzden hiç de karşı çıkmıyoruz. Çünkü halihazırda yıllardır böyle bir varlığın içinde büyümüşüz! Yıllarca her dakika madde ile etkileşmişiz. Deneyimlediğimiz neredeyse her şey maddeden ibaret, yani maddenin bir uzantısı. Aşkımız, sevgimiz, felsefemiz, şu an bu satırlar, kitaplar, yazarlar, akyuvarlar, Mars, kahve, portakal, masa lambası, tüm duygular… Bunların hepsi maddenin bir ürünü! Durum bu iken maddeyi nasıl terk edebiliriz? Ah ah, bizi insanlar bunu yapamayız, çok azımız dışında. Lakin o az sayıda insanları düşünelim: Babalar ve Oğul‘da (Turgenyev) Bazarov bir Nihilistti fakat o bile dünyevi duyguların içine düştü. Sahiden, duygular!.. Duygularımızın dış dünyayla bu kadar içli dışlı olduğu bir dünyada aslında “Hiççiyiz!” desek bile bu ne anlam ifade eder ki? Güzel bir havanın bizi mutlu ettiği, hayal kırıklığının bizi üzüntüye boğduyu bu dünyada… Vücudumuz, biyolojik yapımız, maddenin adeta yakın bir dostu!

İnsan üzüldükçe, mutlu oldukça, ağladıkça, sevindikçe, acı çektikçe, kısacası neredeyse her bedensel fonksiyonumuz, organlarımız, damarlarımız dünyanın içinde bu kadar gömülüyken, bu kadar dünyaya bağımlıyken her zaman bu dünyada bağımlı kalacağız. Çünkü başka şansımız yok! Başka ne yapabiliriz ki? İnsan bir şeylere inanmak zorunda. Zorunda olmasa bile büyük bir anlamda meyilli. Tanrı veya bilim, put veya kendisi… Madde veya zihin… Günlük hayatta öylece varsaydığımız o kadar şey var ki! En basitinden, karşıdan karşıya geçerken neye güveniyorsuz? Uzakta olan bir arabanın sizi ezmek için hızlanmayacağına… Sokakta yürürken ne gibi bir güvenceniz var? Yanınınızdaki insanın sizi bıçaklamayağı gibi asla kesin bir kural yok. Aynı evde bulunduğunuz bir insanın en nihayetinde size kötü bir şey yapmayacağından nasıl emin olabilirsiniz ki?

Emin olamazsınız. Basit bir gerçek: emin olamazsınız. Bilemezsiniz. Aksini asla iddia edemezsiniz. Aslında büyük bir ispatlanamama evreninde yaşıyoruz. Açıkçası bu dünyada gerçekten tam anlamıyla hiçbir dayanağınız yok. Sadece geçmiş deneyimlerimizle bir kalıp oluşturuyoruz ve doğal olarak da bu kalıbın sürüp gideceğini varsayıyoruz ve belirli bir raddeden sonra bu o kadar baskın bir hale geliyor ki artık sorgulamıyoruz bile. Halbuki  varsayımlarımızın aynı şekilde sürüp gideceği hiç de kesin değildir. Ama belki de sorgulamamamız daha iyidir gerçekten. Deminki belirttiğim şeyleri her an düşündüğünüzü düşünsenize. Gerçekten çok kötü olurdu, hiç kimseye güvenemezdiniz, dosdoğru yaşayamazdınız. Ne yazık ki Gödel böyle bir ruh hali içindeydi ve başkalarının onu zehirleyeceğini düşündüğü için neredeyse hiç yemek yemiyordu. Çok üzücü değil mi gerçekten… Maalesef en sonunda yeterli beslenemediği için bu dünyadan ayrıldı.

Yanlış anlaşılmasın, insanlar güvenilmezdir, bu dünya mutlak bir belirsizlik içindedir demiyorum. Sadece az da olsa çok da olsa böyle bir ihtimal var fakat aynı zamanda, hatta belki de daha büyük bir olasılıkla bu dünyanın gerçekten gerçek olma olasılığı da var demek istiyorum. Demek istiyorum ki her şey olabilir. Yani asıl anlatmaya çalıştığım şey, bu konuda güvenilir bir bilgi kaynağımızın olmayışı fakat gene de maddenin ve biyolojimizin yapısından dolayı maddeye sırtımızı tamamen yaslamamız. Tıpkı Avis Everhard’ın Demir Ökçe‘de dediği gibi: “Berkeley duvarların içinden geçmek yerine her zaman kapıları kullandı. Hayatını elle tutulan ekmeğe, yağa ve bifteğe emanet etti. Sakallarını tıraş bıçağıyla tıraş etti.”¹

Tabii biz insanlar bunu bilerek yapmıyoruz. Madde ile o kadar içli dışlıyız ki, ona o kadar alışığız, o kadar onunla süregidiyoruz ki, içgüdüsel ve bilinç altı bir şekilde maddeye sarılıyoruz. Maddenin güvenilmezliğine karşı çıkmıyoruz çünkü pek aldırmıyoruz onun bu yönüne, aslında gerçekliği de pek sevdiğimiz yok. Sadece, sıradan ve yıllar boyunca böyle bir şeye alışıyoruz. Yoksa gerçek dediğimiz şey nedir ki? Belki gerçeğe en çok bilimle yaklaşabiliriz fakat en nihayetinde gene gerçek nedir ki? Gerçek, sezgisel bir biçimde alıştığımız bir şeydir. Hayatın bizi devamlı içine çekmesi ile ortaya çıkan ve üzerine pek düşünmediğimiz yarı insanımsı, yarı objektif (pek bilemeyeceğim şimdi) bir olgudur.

Açıkçası ben bu yazıyı yazdıktan sonra adeta bu yazıyı rafa koyacağım ve hayatımı tıpkı iki gün önceki gibi yaşayacağım. Bunun bu kadar felsefesini yaptım, belirsizliği bu kadar irdeledim fakat ne yazar? Yaşam denen bir şey var, tatlı da olsa tatsız da. İçine çekiyor beni, öyle ya da böyle. Düşündüm üstüne ama hiçbir şey yokmuş gibi yaşamıma devam edeceğim. Ne yapabilirim ki hakikaten? Yemek mi yememeliyim, su da mı içmemeliyim? Tam bir isyankar mı olmalıyım? Peki bunu nasıl yaparım? Yapmam. Tek kelime: yapmam. Neden peki? Göze almam, alamam. Yıllardır bu kadar alıştığım şeye göz yumamam, geride bırakamam. Tıpkı diğer neredeyse tüm insanların yaptığı gibi. MADDE’NİN zaferi…

Korku mu peki bu? Belki biraz öyle. Karşımdaki dolaba bakıyorum, sağımdaki bardaklara ve masa lambama. Nasıl diyebilirim “bunlar yok” diye. Nasıl bırakabilirim ben onları? Bağımlı olmuşum ben, ne özgürü? Ben sadece bir insanım, gene de bir şeylere -ne olursa olsun- tutunması gereken bir insan… Varsaysa bile, bilmese bile. İnanmalı bir şekilde maddeye, yaşama, varlığına dair gerekçeye gerek olmadan, ad priori şekilde var olan o olgulara. Ama bence daha çok korktuğumuzdan değil bu. Bence daha büyük sebebi hayatın bizi bu yönde her zaman olağanüstü derecede yönlendirmesinden dolayı oluşan farkına bile varmadığımız dürtü. Korku belki daha ileride şu anki gibi felsefi sorgulamalar yaparken ortaya çıkabilir. Fakat onun dışında maddeye inancın saf ve üzerine düşünülmemiş bir inanç ile sürdüğünü düşünüyorum. Dediğim gibi, insan inanmalı bazı şeylere. En başında  da madde gelir o şeylerin.

Evet. İnsanın kendi iyiliği için. Allah aşkına, dinler de böyle değil mi? İnançlı insanlar bile bunu kabul etmeli çünkü dünyada her biri birbirini yalanlayan on binlerce din var. Peki toplumsal işlevleri neydi bu dinlerin? Ama sadece dinlerin değil. Kültürün, dinin, tabuların, kuralların, yasaların? İnsanın iyiliği! Maddeye inanmanın farklı bir yönü var fakat. Maddenin farkı çok daha geriye gitmesi. Taa ilk insanlara kadar, belki de daha öncesine. İnsanın belki ilk inancı maddeye olan tamamen bilinçdışı, alışılagelmiş, düşünülmemiş inancıdır. O günleri düşünün: “Aha bir balık!” Yaşamla oldukça içiçesiniz. Hayvansal dürtüleriniz sizi itekliyor. Aslında bugün de böyle bu, sadece teknolojiyle biraz şekil değiştirdi.

Az önce bunun düşünülmemiş bir inanç sonucunda ortaya çıktığını söyledim. Fakat bu inanç üzerinde düşünülse ne yazar? Sabah akşam felsefe ile uğraşan biri değilseniz, ki ben de değilim, hayatın akışına illaki de kaptıracaksınız kendinizini. Hayır, daha çok hayatın akışına siz kaptırmayacaksınız kendinizi, direkt hayatın akışına kapılacaksınız! Yaşam tarafından. Yaşamın kendisi tutacak yakanızdan ve yaşam denen karlı bir gecede giden trenin içine koyacak sizi… Yapmanız gereken ödevler, yerine getirmeniz gereken sorumluluklar, yiyeceğiniz yemek, aşık olduğunuz biri, idealleriniz, görevleriniz, sevdiğiniz şeyler ve zevkleriniz varsa, kısacası yaşıyorsanız kapılacaksınız hayatın durmayan ilerleyişine! Akşamki yirmi dakikalık düşünme anınızı unutacaksınız, belki bu yazıyı da.

Aslında böyle bir vurdumduymazlık gerçekten çok iyi bir şey sanırım. Eh, bizi hayata bağlıyor. Bazen üzülüyoruz falan ama bir şekilde çoğumuz yaşayıp gidiyoruz bize verilen sürede. Nihilist olmak zor şey. Bu riske kim girmek ister ki? Zihnimiz unutarak ve felsefeyi geriye koyarak muhtemelen bizim için çok iyi şeyler yapıyor. Şimdi unutma vaktimiz geliyor, güzel bir yazıydı. Felsefe… Kendinize iyi bakın.

Sanırsam özgür değiliz. Bir gün madde bize küsse başımıza neler gelecek kim bilir…

Dipnot:

  1. Jack London, Demir Ökçe (Iron Heel, İng.), (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Modern Klasikler Dizisi), sf. 15 ve 16.

Yorum Yazın